Çılgınlar Kraliçesi olarak çevrilmiş olan Breakfast at Tiffany’s, Manhattan’lı genç bir kadın olan Holly Golightly'i ve onu çevreleyen eklektik arkadaş çevresinin hikayesini anlatıyor. Film boyunca hikâyenin isimsiz anlatıcısı, küçük bir kasabadan ilk kez kendi başına dışarı çıkmış genç bir yazar. New York'ta yaşıyor ve edebi başarı hayalleri kuruyor. Bu isimsiz anlatıcı hikayesini geri dönüşlerle anlatıyor ve ara sıra kendi yaşlı benliğinden gelen yorumları araya sokuyor. Tüm bunları anlatırken bile Holly'yi düşündüğü ve nerede olduğunu, ne yaptığını merak ettiği son derece ortada. Sanki hayatının en güzel günlerinden bazılarını hatırlıyormuş gibi hikayeyi anlatma biçiminde bir nostalji duygusu mevcut.
Anlatıcı, erkeklerin Holly’nin peşinde pervane olduğundan ama genç kadının kimseye hiçbir şey hissetmeyi başaramadığından bahsediyor. Kadının hayatı dairesinde çılgın partiler vermek ve onu seven adamlardan para almakla geçiyor. Daha detaylı bir şekilde bakıldığında Holly’nin sürekli bir değişim halinde olduğunu görüyoruz. Dairesinde mobilya yok ve eşyalarının çoğu kutularda bekliyor. Adını vermeyi reddettiği bir kedisi var ve herhangi bir yere kök salma düşüncesine katlanamıyor. Kendine ait yaşamını hep hayaller kurarak ve her zaman aynı olan önceden belirlenmiş rutinini gerçekleştirerek geçiriyor. Mesela her sabah Tiffany adlı mücevher dükkanın önünde kahvaltı ediyor. Ta ki Paul Varjak ortaya çıkana kadar… Aşkın ne olduğunu bilmeyen ve bilmek istemeyen Holly bir anda kendini Paul Varjak’ın etrafında buluyor!